Barış Dayan
Van’ın Kıyısında Bir İsim, Bizim Ortak Utancımız
Bir kızın sessiz ölümü, bir toplumun aynasına çarpan çığlıktır.
Van Gölü’nün kıyısına her gidişimde bir isim çınlıyor kulaklarımda: Rojin. O artık sadece bir anı değil; bir ülkenin vicdanına açılmış, kapanmayan bir yaradır. Bir isim nasıl bu kadar ağırlaşır? Nasıl olur da bir insanın hikâyesi, hikâyesi olması yetmezmiş gibi, bir milletin utancına dönüşür?
Bir genç kızdı Rojin. Arkadaşlarına “sahile gidiyorum” dedi; sonra haber alınamadı. Günler sonra göl, cansız bedenini kıyıya bıraktı. Otopsi raporları, DNA sözcükleri, “belirsizlik” notları… Hepsi havada asılı kaldı. Ama belirsiz olan ölüm değildi; belirsiz kalan, adaletin kararlılığıydı.
Kadınlar öldüğünde önce “intihar” denir, sonra “kaza,” en sonunda da herkes yorgun bir sessizliğe çekilir. Bu sessizlik, suyun altında büyüyen bir çürümeye benzer: görünmez ama derindir. Rojin de unutturulmak istendi; ama unutulmadı ismi bir çığlığa dönüştü.
Şimdi soralım: Fail meçhul mudur yoksa bizim suskunluğumuz mudur fail?
Bir kıyıda kaybolan sadece bir beden değil, bizim ortak vicdanımızdır. Dosyalar “kanıt yetersizliği” ile kapanırken, kanayan gerçeklik gözlerimizin önünde kalmaya devam ediyor. “Kanıt yetersiz” denildiği yerde, toplum olarak bizim susmamız da bir karardır bu kararda hepimizin payı vardır elbet.
Şiir yardımımıza yetişiyor; çünkü siyasi laflar yetmez bu acıya. Cegerxwîn’ in kurduğu o sade ama çetin cümleyi hatırlıyorum:
“Ez ne ji te hez dikim, ji bêdengiya te hez dikim.”
Yani: “Seni değil, sessizliğini seviyorum “der gibi bir acı ironi. Biz de bu topraklarda zamanla insanları değil, onların sessizliğini kabullenmeye alıştık. Konuşanın sesi bastırılıyor, susturanın sesi ödüllendiriliyor. Bu algı dönüşümü, adaleti zayıflatıyor; zayıflayan adalet ise kadınların hayatına pahalıya mal oluyor.
Şairin de dediği gibi:
“Bir ufka varır gibiyim
Gözlerinde bir tufan büyür.”
Rojin’ in gözlerinde belki de bir tufan vardı ama o tufan onun değil, hepimizin içinde büyüyor şimdi. Gölün dalgaları o tufanı sahile vurdukça, biz hâlâ aynı soruyu fısıldıyoruz: “Neden bir kızı sahile giden kız diye anıp ardından doğrusunu konuşamıyoruz?”
Bu mesele sadece adli bir vaka değildir; sistematik bir yaradır aynı zamanda. Eğitim eksikliği, ekonomik çöküntü, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kolluk ve adalet mekanizmalarının yetersizliği birbirini besliyor. Bir kızın sokakta, sahilde veya evde ölü bulunması tek başına trajedi değil onu mümkün kılan koşulların sonuç raporudur. Ve sonuç raporu her seferinde aynı: Bizim ihmalkârlığımız, bizim kabullenmişliğimiz.
Derken kitlelerin nasıl yönlendirilebileceğine dair Hz. Muaviye, Hz. Ali ve dişi deve hikayesine değinmeden geçemeyeceğim:
Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Kufe’ den bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış:
– Ver o dişi deveyi bana! demiş. Tartışma büyümüş,
Kufe’ den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi de değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye intikal etmiş. Halk meydanda toplanmış… Muaviye, Kufe’ den gelenle Şam’da deveye sahip çıkan yerliyi dinledikten sonra kararını açıklamış:
– Bu dişi deve Şamlınındır! Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş:
– Ey cemaat, bu dişi deve kimindir? Cemaat hep birlikte bağırmış:
– Dişi deve Şamlınındır!
Kufeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış:
– Ey Kufeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Kufe’ ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: “Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını ona göre denk alsın!”
Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere kitleleri yöneten bir kitle, toplumların fikirlerini etkileyebilen medya ve karar mekanizmalarının üzerinde baskı kurabilen suç örgütlerinin varlığı azımsanmayacak derecede etkilidir. Bir deve davasında bile adalet korunmazsa, bir gün koca devletler adaletsizlikle çöker.
Sadece devlet kurumları değil; komşumuz, arkadaşımız, medya da bu ihmalin bir parçası. Haber olur, iki gün gündem olur, sonra “başka haberler” gelir. Oysa bir hayat, iki gün değil; ömürdür. Hepimiz bu zincirin halkasıyız: susan bir tanık, kaygısını dile getirmeyen bir komşu, olayın üzerine gitmeyen bir editör… Hepsi toplamda adaletsizliği çoğaltıyor.
Rojin’ in adı, bir sembol oldu. Adı bir dosya numarası değildir artık; adalet için bir çığlıktır. Sadece yas tutmakla değil vicdani bir yükmüş gibi sorumluluk alarak bu çığlığa ses vermek toplumsal bir mesele haline gelmiştir.
Sokakta, okulda, işyerinde “kadın güvenliği” dediğimiz şey, abartı değildir; can kurtarır.
Ne bekliyoruz? Daha kaç isim daha göl kıyısına vurmalı ki bilinçlenmemiz için?
Kaç dosya “belirsiz” kalmalı harekete geçmemiz için?
Bu sorular cevapsız kalmaya devam ederse, bir sonraki haber belki de sizin ya da sevdiklerinizin haberi olur.
Ve son söz: Rojin’ in gömülü bedeniyle birlikte gömülen bir şey daha var bir vefa borcu, bir hesap. Adalet günü geldiğinde kimse “yetersiz kanıt” diyerek topu taca atmasın. Çünkü kanıtlar kadar belirleyici olan şey, toplumsal iradedir. Eğer biz susarsak, adalet de susar; eğer biz ısrar edersek, adalet elbet yolunu bulur.
Bugün burada söyleyelim: İsimler unutulmasın. Bir kızın ismi, bir toplumun onuruna dönüşmesin. Rojin’ in adı, bizim için bir uyarı olsun: Suskunluğumuzla suç ortaklığı etmeyelim. Çünkü gerçek acı, unutulmuş isimlerin sessizliğinde değil, hatırlanmayan hayatların ardından gelen pişmanlıkta yatar.

