Bitmeyen ihmal zincirleri Hakkâri’nin kaderine adeta kazınmış gibi duruyor. 16 Kasım’da Sere Solan Depin mevkiinde yaşanan acı olay, bir kazadan çok daha fazlasıydı; yıllardır söylenen ama bir türlü ciddiye alınmayan uyarıların, alınmayan önlemlerin, ertelenen sorumlulukların bir sonucu. Sıtkı Dayan ve Macit Dayan, dağdan kopan kaya parçalarından kaçmaya çalışırken kaderlerine terk edilmiş bir yolun üzerinde seyrediyorlardı. Ne bir koruyucu bariyer vardı ne tehlikeyi haber veren bir tabela. Yol kenarına dikilmiş 5,7 santimetrelik duvar ise, şehrin büyük sorunlarını küçük çözümlerle geçiştirmeye alışmış zihniyetin somut bir sembolü gibiydi. Böyle bir duvarın Zap Suyu’na savrulmayı engelleyemeyeceği baştan belliydi; nitekim araç yaklaşık 200 metre aşağı uçtu ve iki insanımızı kaybettik.
Olay yerine gelen ekiplerin yetersizliği de halk arasında derin bir hayal kırıklığı yarattı. Bazı ekip üyelerinin yüzme bilmemesi gibi pratikte kabul edilemeyecek eksiklikler, uzun süredir tartışılan liyakat sorununu yeniden gündeme taşıdı. Toplumda dile getirilen eleştiriler, artık bireysel tepkilerden çok daha fazlasını ifade ediyor; halk kendini çaresiz, sistemin ise duyarsız olduğunu hissediyor. Bu nedenle yaşanan her acı, yalnızca bir kayıp değil, devlete duyulan güvenin biraz daha zedelenmesi anlamına geliyor.
Haziran ayında yazdığım bir köşe yazısında bu bölgede yağışlarla birlikte kaya düşme riskinin artacağını ve acilen önlem alınması gerektiğini belirtmiştim. O gün yazıda kalan sözlerin bugün gerçek bir felaket hâline dönüşmüş olması içimi acıtıyor. Eğer o uyarılar dikkate alınsaydı, belki bugün Sıtkı ve Macit hâlâ ailelerinin yanında olacaktı. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi, bir tabela, bir bariyer, birkaç metrelik sağlam bir duvar kadar basitti aslında. Fakat bu şehirde basit olan bile yapılmıyor.
Hakkâri, yıllardır hizmet açısından unutulmuş, ertelenmiş, sürekli aynı sorunlarla boğuşan bir şehir görünümünde. Altyapı projeleri yetersiz, denetimler zayıf, risk haritaları bilinmesine rağmen uygulamalar geciktiriliyor. Böyle olunca her tehlike, her yağmur, her çığ, her kaya parçası potansiyel bir felakete dönüşüyor. Dahası, toplum artık bu acıları şaşırmadan karşılıyor, çünkü göz göre göre gelen şeylerin sürpriz olmayacağını hepimiz biliyoruz. Belki de en acı olan da bu: İhmallerin normalleşmesi ve can kayıplarının sıradan haberler gibi hayatımıza girmesi.
Bir şehirde insanların canı bu kadar ucuz olmamalı. Bir duvarın yükseklik hesabındaki hata, bir tabelanın eksikliği, bir kararın ertelenmiş olması hayatları almamalı. Fakat yıllardır yaşananlar bize başka bir gerçeği dayatıyor: Bu şehirde önlem almak hâlâ bir zorunluluk değil, bir lüksmüş gibi görülüyor. Ve her kayıptan sonra söylediğimiz o klasik cümle, “Bu son olsun,” ne yazık ki bir temenniden öteye geçemiyor.
Sıtkı Dayan ve Macit Dayan’ın ardından geriye sorular kaldı, eksikler kaldı, öfke kaldı. Ama en çok da bir umut beklentisi kaldı: Belki bu kez bir şeyler değişir. Belki bu kez ihmaller değil, sorumluluklar konuşulur. Belki bu kez insan hayatı gerçekten dikkate alınır. Bu şehir artık acıyla öğrenmek zorunda kalmasın; çünkü hiçbir hayat, bir ihmalin bedeli olmamalı.